12 Aralık 2011 Pazartesi

Sen Ağladığında

Hani millet der ya uyandığında...
Yer yarılsa da içine girsem diye.
Ben bu cümleyi sen ağladığında söylüyorum.

Yapacak doğru bir şey bulamıyorum sen ağladığında.
Vitrinde gördüğü o çok sevdiği oyuncağı,
Satın alınamayan bir babanın oğlu gibi.
Son derece basit bir çaresizlik yaşıyorum.
Basit dediğime bakma en gaddar çaresizlik bu olsa gerek.

Söyleyecek söz bulamıyorum sen ağladığında.
Sözcükler geliyor aklıma.
Sarf edemiyorum onları yüzüne.
Köküne, yan anlamına, biçimine kadar,
İnce eleyip sık dokuyorum.
Ses çıkaramıyorum.
Ya da çıkamıyor bir ses köhne vücudumdan...

Metabolizmam alt üst oluyor sen ağladığında.
Lunaparktaki gondolun en ucuna binen,
Yaramaz çocuklar gibi,
Ritmik yürek kalkmaları yaşıyorum.

Acaba diyorum hep sen ağladığında.
Acaba benim yüzümden mi?
Ben olmasam ağlamazdı değil mi?
Evet evet...
Ben olmasam dökülmezdi inci taneleri.
Süzülmezdi yanaklarından.
Oskar ödüllü romantik filmlere taş çıkartan gerçeklikte,
Kızarmazdı o payam gözleri.

Üzülüyorum sen ağladığında.
Sövüyorum sebeplere içimden.
Korkuyorum da bazen...
Aklıma geliyor senin bir çiçek narinliğinde olduğun.
Dalından koparılmadan koklanılan çiçeklere gösterilen,
O ince duyarlılıkla yaklaşmaya çalışıyorum sana.
Her şeyi yaşıyorum, yapıyorum ama ne gariptir ki.
Sen ağladığında ben ağlayamıyorum.
Özür diliyorum.

31 Ekim 2011 Pazartesi

Sessizlik

Sessizlik huzur verir insana aslında.
Dost olunabilecek bir olgunluğu vardır.
İyi bir arkadaştır, hani yastık gibidir.
Misafirperver filandır ama.
Yavan gider tek başına.
Çay ve sigarayla sürekli desteklenmelidir.

Zencidir sessizlik. Siyahtır, kapkara…
Güldüğü zaman anlaşılır bu.
Bembeyaz dişleri referans olur karanlığına.
Cana yakın filandır ama.
Sessizdir işte…
Bol Ahmet Kaya ile desteklenmelidir.

Sessizlik yakınlarda değildir.
Öyle çok uzakta da değildir.
Bazen bir anda yanına düşülebilir.
Bazen istenilse de yoktur orada.
Ulaşılabildiğinde mutluluk verir.
Muhabbeti güzel filandır ama.
Hemen “Gidiyorum ben.” diye tutturur.
Veryansın sözler ve bol gözyaşı ile desteklenmelidir.

30 Ekim 2011 Pazar

Susar, konuşmaz, konuşamaz...

Susar, konuşmaz, konuşamaz…
Gözlerine bakarsın.
Anlamaya çalışırsın.
Olmaz yapamazsın.
Susar, konuşmaz, konuşamaz…
Bir tebessüm beklersin.
Dudakları hareketsiz donup kalır.
Sen de donarsın, kalırsın.
Susar, konuşmaz, konuşamaz…
İçini alamaya çalışırsın.
Yüreğini…
Hisler, şelale olup akar üzerine.
Anlamazsın, anlayamazsın…
Şeytan yalnız bırakmaz seni.
Susar, konuşmaz, konuşamaz…
Gözlerin bulanır.
Sisli sonbahar sabahlarını yaşarsın.
Umudunu kaybedersin.
Nefes alması bile şaşırtır seni.
Anlam yoğunluğu yaşarsın.
Susar, konuşmaz, konuşamaz…
Tokat gibi gelir sana.
Soyut bir itme kuvveti ile sarsılırsın.
Babasından azar yiyen bir çocuğun,
Başı eğik, halı desenlerini incelemesi gibi,
Sen de farkında olmadan bırakırsın ciddiyeti.
Ve başlarsın duygu ile fizik arasındaki etkileşimi düşünmeye.
Susar, konuşmaz, konuşamaz…
Seslenirsin, seslenirsin ve seslenemezsin.
İdama giden bir mahkûm kâhinliğinde,
Sonunu bilirsin.
Susarsın…
Çırpınmak istesen de,
“Nasıl olsa” ile başlayan cümleler seni yıldırır.
Nasıl olsa, eninde sonunda olacak olan.
Kaderin gücüne itaat edersin.
Susarsın… Konuşmazsın… Konuşamazsın…

16 Ekim 2011 Pazar

Seversin Onu

Seversin onu…
Gönlüne bir ateş düştüğünde…
Yanarsın içten içe.
Her kelimen o ateşte yanıp dökülür dudaklarından.
Olgunlaşır cümlelerin.
Suda kırılan ışık dalgası gibi değişir bakışların.
Başka görür ve başka dinlersin onu.

Seversin onu…
Kalabalıklar içinde tek onu gördüğünde…
Badem gözlerini takip edersin gizlice.
Bakarsın rengine ama göremezsin nafile.
Telden tele vurulan mızrap gibi sarhoşken,
Güzel türküler çıkar senden.
Gamlı türküler…

Seversin onu…
Sevdiğini söyleyemediğin zaman…
Dağarcığın yetmez düşündüklerine.
Anlatamazsın halini…
Uzun hava gibi acıklısındır ama.
Tekrarlarsın hep aynı kelimeleri.
Bazen derin bir of çekersin,
Hacminin aksine öz kütlesi sonsuz bir of…
Sadece bu anlatır artık.
Anlayabilene…

Seversin onu…
Koyarsın gönlündeki köşküne…
Beslersin onu her şeyinle.
Bazen gözyaşınla,
Bazen de sevincinle…
Üşümesin diye,
Çekersin arka arkaya sigarandan.
En uzunundan…

1 Ekim 2011 Cumartesi

Küreselleştiremediklerinizdeniz!

Hiç sevmediğim bir kelime: "Globalleşme" nam-ı diğer "KÜRESELLEŞME"... Evet, dünya git gide küreselleşiyor, ortak pazarlar kuruluyor, kültürler hızla birbiriyle etkileşiyor, Amerika'da biri osursa Türkiye'den duyuluyor. Bir kıvılcım hemen alev alıyor ve daha çok yere ateşini taşıyor. Küresel, büyük, pis şirketler kuruluyor. İthalat, ihracat tavan yapıyor. Tüketim dudak uçuklatan vaziyette. Sırf insanlar tüketsin, biz de kar yapalım mantığı ile dıdısının dıdısı dediğimiz eşyalar, gıdalar ve makineler icat ediliyor. Bu tüketim çılgınlığı başımıza büyük dertler açıyor ve açacak da...

Hızla ve vahşice küreselleşen bu dünyada, Allah'tan tek isteğim, insanların küreselleşmemesi. Global anlamda değil. Bildiğin küresel, daire, yuvarlak anlamda. :) Şayet zamanında tığ gibi delikanlı olan insanoğlu, şimdi şehir çöplüğünü aratmayan pis midesiyle git gide küresel, yuvarlak bir vaziyet alıyor. Artık insanoğlu bir simit yediğinde doymuyor ve şükretmiyor. İlla bilmem ne sosunda zarifçe dinlendirilmiş, taa bilmem nerenin ülkesinden sabırla toplanmış üzümlerden üretilen bilmem kaç yıllık şarapla  karıştırılıp pişirilen Hollanda sığırının sırt tarafındaki saat üç yönünde olan eti yiyecek. Yemesi, ismini söylemekten daha kısa olan bu yemekleri yiyen insanoğlunun artık şuradan şuraya kıçını kaldırıp yürüyecek pardon yuvarlanacak hâli yok! Hep bu küreselleşme ve buna bağlı tüketim çılgınlığı yüzünden...

Lütfen ey insanoğlu! İhtiyaç fazlası tüketimden kaçınalım! Haydi midemize kota koyup onun giriş kapısı olan ağzımızı aynı gönlümüz gibi sadece bazılarına açalım. Ve hep bir ağızdan haykıralım:
KÜRESELLEŞTİREMEDİKLERİNİZDENİZ!!!

Ulan Kardelen

Ulan kardelen, o kadar uğraşıyorsun ki karların altından çıkacağım, çiçeğimi açacağım diye... Azmine hayran kalmamak elde değil. Mücadeleci bir ruhun var. Adın üstünde zaten. Kardelen... O kadar didinip topraktan çıkman kim bilir ne kadar zamanını alıyor? Fakat onca uğraştan sonra, günlerce delmeye çalıştığın düşmanının rengi olan beyaz bir çiçek açıyorsun? Şaka gibi... Ben senin yerinde olsam, kara inat kara bir çiçek açardım. :) Senin bu huyun, mevcut zalim düzene isyan eden ve devrim yapan bir grubun devrimini gerçekleştirdikten sonra yine öncekine benzer bir zalim rejim kurmasını aklıma getiriyor. Aman neyse boşver... Şöyle bir düşündüm de, sen de haklısın. Etrafın hep beyaz... Göremedin başka renk. Şimdi buradan çıkarılacak sosyal mesajı da vermek gerek: "Bir şeyle çok uğraşırsan ve bu düşmanın bile olsa, ondan etkilenirsin." :) Hadi hayırlı sabahlar...

25 Eylül 2011 Pazar

Sana köpekler gibi aşığım!

Saftım, çocuktum... Köydeki amcamların "Pamuk" isminde bir köpeği vardı. O köpek, her yaz ziyarete gittiğimizde; beni görür görmez tanırdı. Yabancılara sergilediği saldırgan tutumdan eser kalmazdı. Pamuk'un beni bu kadar uzun bir süreden sonra nasıl tanıyabildiğini amcama sorduğumda gayet çocuk şaşırtıcı bir yanıt aldım. Köpeklerin koku alma duyusu ve hafızası çok gelişkindi. Kendisine dost bildiklerinin kokusunu hemen hatırlar ve ona göre davranırdı. Bu benim için çok enteresan ve güzel bir şeydi. Yoksa hala Pamuk’un beni karakaşımdan, kara gözümden tanıdığını sanacaktım. Bu gerekli bilgiden sonra o köpeğe daha da yakınlaştım, sevdim, okşadım. Ne kadar kokum varsa saçmaya çalıştım. :) Çocukluğumun en güzel anılarıydı bunlar…

Aylar geçti, yıllar geçti. Pamuk öldü… Büyüdüm, kirlendim ve kirlettim dünyayı. Büyük bir keşmekeşlik içinde herkes gibi hayata devam ediyordum. Bu ruhsuz ve çocuk saflığına muhtaç dikte yaşantı içinde, belki de yaptığım en iyi şey âşık olmaktı. Evet, âşık olmuştum ve yan etkisi saflıktı. Özlemiştim bu hissi, tadını çıkarıyordum. Fakat bu sefer araya özlem diye bir duygu girdi. Çok özlüyordum onu. Ancak hayallerimde ulaşabiliyordum ona ama yetmiyordu. Çeşitli varsayımlar üreterek, üstüne birlikte bir hayat koyuyordum beynimde. Düşündükçe haz alıyordum. Ta ki gözümü açıncaya kadar… Etraf hiç öyle hayalimdeki gibi görünmüyordu. Bu da bende ani bir tokat yemiş gibi şaşkınlık hissettiriyordu. Oysa neydi ki suçum? Sadece özlemiştim.

Bu karmakarışık duygular içindeyken, sıcak bir yaz gününde, kırmızılar içinde onu gördüm. İçim bir garip olmuştu. Yavaş yavaş yürüyordu, gözleri önündeydi. Masum bir şekilde yolun kenarından gidiyor, adım atarken, ara ara eteği bir gelinlik gibi yerlere dokunuyordu. Yaklaştım iyice, ben de yürüyordum. Gözlerine baktım, baktım ve baktım. Etraf yoktu ekranımda. Binalar, insanlar ve yol… Hiçbirini görmüyordum. Bir an yerden kaldırdı o kara gözlerini masumca. Kalbim deli gibi atıyordu. Beni görmüştü. :) Yüzü hemen değişti, gülümsüyordu… Ölünce içine gömüleceğim küçük çukurları belirmişti yanaklarında. Hiç konuşamadım. Hemen sarıldım, o da bana sarılmıştı. Aman Allah’ım… İşte o aylardır burnumda tüten koku… İşte beni şizofren yapan hasretin sembolü nadide koku… İşte o bahar çiçeklerininkinden de güzel, işte o içimi ısıtan, işte o güzelliğinden beynimi karıncalandıran…

Hasret çektiğim dünya güzeli ve onun o gizemli kokusu, bilinçaltımdaki dış dünyaya karşı olan güvenlik duvarını yıkmıştı. O koku, bir anda anti-virüs sistemimin kepenklerini indirmişti. Korumasızdım… Güveniyordum… İçim acayip rahattı.

Ben bunları hissederken, aklıma koca yürekli amcamın köpeği Pamuk geldi. Artık yıllar sonra anlamıştım onun neler hissedip, beni görünce tanımasını... Nasıl bana güvendiğini ve bir kokunun neler yapabileceğini...

Bazı âşıklar, sevdiklerine “Sana köpekler gibi aşığım!” der ya hani... Bunun da ne anlama geldiğini anlamıştım. Allah hepimizi köpekler gibi sevdirsin. Sevdirsin ki, karşımızdakine güvenelim, içimiz rahat olsun. Koruma kalkanları olmadan sevmek çok daha güzel. Huzurlu geceler...

23 Eylül 2011 Cuma

Organik Ses

Bugün size demin tuvalette aklıma gelen, beni bayağı bir düşündüren bir konu hakkında yazacağım. Şimdi organik morganik başlığını görüp de eyvah bu sabah programlarının sağlık köşesindeki adamlar gibi bize birkaç şey sallayacak dediğinizi duyar gibiyim ama durum farklı. Tamam organik morganik ama "ses"ten bahsedeceğim.

Şimdi, organik ne demek abi? Doğal demek değil mi. İnsan eli değmemiş, ya da insan elinin dolaylı yada direk olarak bozmadığı, bozamadığı şeylere (genellikle nimetlere) organik diyoruz. Genel olarak güncel tanımı bu gibime geliyor. Ben bu organiklik işini sese taşıdım abi.

Şöyle ki... Çoğu şey gibi seslerin de zararlısı ve yararlısı vardır. İnsan eliyle direk veya endirek oluşan sesler; vücudumuza, ruhumuza ve bünyemize zararlıdır inancındayım. Düşünsenize hafifçe yüksek bir yerden boşalıp akan suyun, bir insan icadı olan tuvalet tasına döküldüğünü... Kötü bir ses. Ne kadar yapay. Çünkü insanoğlu boş durmamış, petrolü bulmuş ve bunun için savaşlar yapmış. Petrolü işlemiş ham madde yapmış. Milyarlık plastik kalıp makinelerini bulmuş ve bunun için uzun zaman harcamış. Bu makineyi kullanacak mühendisler yetiştiren bir sistem kurmuş ve bu makinelerde petrolden plastik tuvalet tası üretmiş. Vay be... Ulan bunlara ne gerek vardı şimdi. Sanki tuvalet tası olmadan sıçamayacağız? Neyse konumuz değişmesin anti-modernizme kaymayalım. Gerçi oradan ben pek çıkamam da hadi neyse... Yüzyıllar boyu biriken ve an itibariyle had safhada olan sanayileşme ve modernleşme, tuvalet tasını üretti. Şimdi ben musluğu açınca tuvalet tasına çarpan su, hiç de organik bir ses çıkarmıyor. Çünkü insan yapımı bir nesneyi işin içine soktum. Bu sesin ne ruhuma, ne bünyeme ne de sıçmama yararı var. Fakat Allah'ın yarattığı bir kayaya yine hafif yüksek bir dereden akan suyun çarpması ve oluşan melodi ne kadar hoş ve güzel. Çünkü tamamen doğal. Organik bir ses. İşte bu ses insana huzur verir, rahatlatır, hatta bu rahatlama sonucu kaslar gevşer ve insan ağız tadıyla sıçabilir. :)

Sen de takmışsın tuvalet tasına vallahi diyeceksiniz ama durum böyle. Bence siz de takmalısınız. Eğer tuvalet tası, doğadaki o yüksekten boşalıp gelen suyun çarptığı kaya gibi doğal ve Allah'ın sıfırdan yarattığı (insanın karışmadığı ve karıştırmadığı) bir şey olsaydı, durum farklı olurdu kanaatindeyim. O zaman tüm tuvalet taslarına çarpan suyla oluşan ses, muazzam bir melodi ve ruha yararlı bir ses olabilirdi. Organik olurdu.

Organik ses mevzusunu daha da genişletebilirsiniz. Şöyle bir kafayı toplayıp ya da dağıtıp düşünün. Etrafınızda ne kadar organik yani doğal ses var? Sabah kalkıp gece yatana kadar ya da akşamüstü kalkıp sabah yatana kadar :) ne kadar organik ses duyuyorsunuz? Hiç mi bilgisayarınızı kapattığınızda "Ulan dünya dünya varmış yahu bu fan sesi kafamı ağrıttı." demediniz? Çoğumuz demişizdir. Çünkü beton yığını apartmanlarda yaşlanıyoruz. Şehirde, ayaklarımız neredeyse hiç toprağa değmiyor. Bu koşullarda, organik bir ses biraz zor tabi. Karamsarım bu konularda. Aslında doğada nesli hızla tükenen en önemli varlık insan abi. Bu vampir kapitalizm bizi şehirlere bağladıkça ne desek boş. Neslimiz tükenecek...

Neyse hadi iyi geceler saat üçü geçmiş. Tuşlara bakıp basmaktan beynim sulandı. Fan sesi de cabası... İyi geceler dünyalı. Ekrana bakıp da gözleriyle soldan sağa satırlarımı okuyan ve bununla kalmayıp yukarıdan aşağıya periyodik olarak satır satır kaydıran insanoğlu, sana da iyi geceler. Gözüne sağlık gözüm... ;)

Heee lan sosyal mesajı unutuyordum. Hadi buyurun verelim mesajımızı: "Ben SESin; organik, doğal ve aynı zamanda tuvalet tasından çıkmayanını severim." :D

21 Eylül 2011 Çarşamba

Günümüz Aşkları Emperyalisttir

Evet günümüz aşkları emperyalisttir. Sözümün arkasındayım. Yahu biraz genelleme olmadı mı derseniz, zaten tüm genellemeler yanlıştır derim. Dolayısıyla genellemeden ziyade bunu çoğunluk kabul edin. Ediniz. :D
Şimdi, söylemimi sözcük sözcük ayırıp açıklayayım. Günümüz aşkları? Kim bunlar? Öyle Leyla & Mecnun, Ferhat & Şirin, ikililerinin görse midesi bulanacağı, şok geçireceği türden aşklar. Tabi bunlara aşk demek de ayrı bir deli cesareti istemekte. Diyelim ki aşk dedik bunlara... Demeseydik ne diyebilirdik ki? Oyun, çıkar ilişkisi, menfaat vb... Neyse günümüz aşklarına devam edelim. Şimdi bunları kategorilere ayırıp devam etmek istiyorum:

1. Kız > Erkek İlişkileri
Kız büyüktür erkek ilişkilerinde, hesabı hep erkekler öder. :) Hesaptan mana her türlü hesap yani... Siz düşünün orasını. Bu tarz kızlar erkeğin etinden, sütünden, gücünden, çevresinden vesaire vesaire faydalanan cinslerdir. Bir kızla, bir erkek lokantada oturup yemek yer. Yemek esnasında cilvesini ve sözde muhabbetini pazarlayan kız bunun ücretini hesabı garibim erkeğe ödeterek alır. Bazı tip kızlar daha gaddar bir emperyalizm uygulayarak, psikolojik ve sosyal baskıyla erkeği markaja alır ve bir şey pazarlamadan zeytinyağı gibi üstte durarak yine hesabı size ödetir. Bu hesap gerek maddi gerek manevi olarak erkek tarafından ağır ağır ödenir. Ne yapsın aşık işte. Deli gibi aşık... Hatta bazı kızlar vardır. Utanmadan vücudunu pazarlayarak karşı tarafı sömürür. Kız büyüktür erkek ya da erkek küçüktür kız ilişkilerinde kızlar hiçbir şeyden tatmin olmazlar, hep daha fazlasını ve değişiğini isterler. Sakala tükürürsün, "Hayııır olmaz bıyığa tükür." derler. Bıyığa tükürürsün, "Yoo sakala tükürmelisin senle hiç anlaşamıyoruz, biz neden böyle olduk?" derler. Yani sonuçta hep derlerrr. Bazıları bunu ağır ağır sineye çeker, bazıları da altın vuruş yaparak kızın suratına tükürüp giderler. İkinci seçenek daha maceralı ve bol aksiyonludur. Tercihimdir... Bana göre büyüklü küçüklü bütün ilişkilerde zayıf olan taraf bir gün muazzam bir devrim yapıp, o gün ne sakalına ne de bıyığına tükürmeyip karşı cinsin yüzüne tükürmelidir. Bu gereklidir. Tamir mamir olmaz böle ilişkilerde. "Ama ben onu seviyorum, her şeyi düzeltebiliriz, konuşup anlaşabiliriz..." gibi cümleler kaypak cümlelerdir. Bazen radikal olmak gerekir. Hele bu durumda radikal olmak zorunludur.

2. Erkek > Kız İlişkileri
Erkek büyüktür kız ilişkilerinde ise durum birinci kategoriden farklı değildir. Sadece cinsler terazide yerleri değişmiştir. Emperyalist erkek kızın her şeyinden yararlanır. Ta ki sömürecek bir şeyi kalmayana kadar... Erkekler, sırf kadının vücudunu elde etmek için türlü taklalar atarak duygusal bir şair moduna girerler. Ulan sanırsın ki bu adam her gün elinde çiçek, ezberinde birbirinden güzel şiirlerle mükemmel bir aşk adamı. Hayır işte bir yere kadar. Ne zaman ki hedefine ulaştıi ve karşı taraftan alacağı bir şey kalmadı, hemen ayrılık vakti. Ayrılmak için öyle büyük bir neden de bulunmaz hani. Niye gözünün üstünde kaşın var hesabı saçma bir nedenle yolar ayrılır. Olan sömürülen garibim kıza olur. Hatta bu tarz ayrılmalarda, daha üstünden atamadığı duygusal mod pelerinin etkisinden olsa gerek, erkek şöyle seslenir kıza: "Sen daha iyilerine layıksın..." :)) Yahu bi git ya. Manyadın mı  oğlum. Bu ne demek şimdi. Herkes biliyor işte alacağını aldın. Bari bu durumda kendin ol. Olmaz işte bu böyle devam eder. Bu kategoriye birkaç örnek daha verecek olursak. Erkekler kızın her türlü maddi değerine (para, pul, şöhret, güzellik vb.) sömürge kurup işlerine bakarlar. Bu ilişkilerde de bu sefer hesabı (maddi, manevi) garibim kız öder. Ne yapsın aşıktır. Acımıştır sevdiğine...

3. Erkek = Kız İlişkileri
Erkek eşittir kız ilişkilerinde ise durum biraz değişiktir. Eşit dediğime bakmayın bu kategoride iki taraf karşılıklı çıkarları doğrultusunda birbirlerini sömürürler. Mesela erkek kızın sütünden yararlanırken, kız da erkeğin etinden yararlanır. Bu kategori beni de aşıyor abi. Ne diyebilirim ki. Aslında bu tarz ilişkilerde iki taraf da bu karşılıklı çıkar amaçlı ilişkinin farkındadırlar. İkisi de işin sonunun olmadığını ya da oturaklı bir ilişki olmadığının farkındadır. Ama günlük ihtiyaçları karşılamak, beraberlikten doğan nimetlerden faydalanmak ve boşta kalmamak gibi gerzek sebeplerle bu ilişki görünümlü pazarlığı sürdürürler.

Sonuçta bu ülkede, bu kategorilere uyan milyonlarca aşk (sözde) vardır. Hepsi, ya bilmeden ya da bilinçli bir şekilde emperyalisttir. Sosyal mesajımızı da verelim de ayıp olmasın: "Abi maddiyata bel bağlama, helal süt emmiş birini bul yeter yaa... Olay bu."

Neyse bu kadar yeter de artar bile. Kafam ağrımaya başladı. Bir gün de normal bir ilişkiyi ya da aşkı anlatırım inşallah. Hadi görüşmek üzere...

Merhaba Dünyalı

Merhaba dünyalı,
Yazı yazmak istedi sadece canım. Klavyeyi seviyorum. :)
Eskiden olsa "kalemi seviyorum" derdim ama işte değişiyor dünya. İnsanlar da değişiyor tabi dolayısıyla. Yakında tuvaletimizi bile bilgisayar veya teknoloji sayesinde kolayca yaparsak şaşmamak lazım. Google oraya da elini atar, "Büyük mü yapmak istediniz?" veya "Küçük mü yapmak istediniz?" gibi seçenekler ile karşımıza çıkabilir. Ulan altı üstü tuvaletimizi yapacağız işte. Neyse konu bel altı fazla girmemek lazım. Ama fazla da çıkmamak lazım bu akıl almaz teknoloji konusundan... Bazı şeylerin değeri teknoloji nedeniyle sıradanlaşıp azalıyor. Hatta hiç değeri kalmıyor. İnsanın önüne rahatlıkla ve kolayca gelen nimetler sıradanlaşıyor ve değersiz kalıyor. Dolayısıyla insan hayattan ve nimetlerden zevk almıyor. Düşünsenize ben bu yazıyı bir tuş kombinasyonu ile kolayca kopyalayıp başka bir yerde kullanabiliyorum. Fakat kalem ile yazımı yazıp kopyalamaya çalışsaydım o sayfaların benim için değeri çok daha fazla olacaktı.
Sonuçta, salak çocuk programlarındaki gibi bir mesaj verecek olursak: "Abi fazla teknolojiye ve kolaylığa kaçma bazen inadına değerlendir hayatını."

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Online Project management